ALABİLDİĞİNCE "MOLLA KUŞATMASI...!?"
ÇALABİLDİĞİNCE "BEYTULMAL"..!? OLABİLDİĞİNCE "İSTİSMAR"...!?
(İKİNCİ BÖLÜM)
Osmanlı Devleti’nin duraklama devrinden itibaren tarikatlar Müslüman halkı parçalamaya, müritleri vasıtasıyla iktidar sahipleri üzerinde baskı yapmaya, dini statikleştirmeye, insanları miskinleştirmeye başlamışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı, kendilerine tanınan ayrıcalıkları kötüye kullanan, bağlı oldukları şeyhin arzusuna, eğilimlerine göre hizmeti görev sayan, devlete vergi vermeyenlerin, askerlik yapmak istemeyenlerin toplandıkları, barındıkları yerler durumuna gelmişlerdi. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu kurumları düzenlemek amacıyla 1918’de yeni bir tüzük hazırlanarak yürürlüğe konuldu ise de bunun yeterli olamadığı anlaşıldı. Kurtuluş Savaşı döneminde ılımlı tarikatlara ait tekke ve zaviyelerin bir kısmı (mesela İstanbul Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi gibi) Millî Mücadele’ye önemli katkılarda bulunurken; bazı tarikat üyelerinin saltanat ve halifelik yanlısı davrandıkları görülmüştü. Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması sırasında yaşanan tartışmalarda da “Din elden gidiyor”, propagandasıyla büyük değişime karşı çıkmışlardı. 3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılırken tekkeler ve zaviyeler yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlandı. Fakat, Şeyh Sait İsyanı ile ilgili yargılamalar sırasında, isyan bölgesindeki Şeyh Şemsettin ve Hanili Şeyh Adem’in tekkeleri gibi bazı tekkelerin ayaklanma hazırlıkları için birer merkez olarak kullanıldığı anlaşılınca İstiklal Mahkemesi ayaklanma bölgesindeki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdi. 28 Haziran 1925’te alınan karar, tekke ve zaviyelerin asıl amaçlarından saparak birer siyasi dernek gibi çalıştıkları için Dernekler Yasası’nın izinsiz açılan kuruluşlara ilişkin hükmüne dayandırılmıştır. Bu kararın gerekçesi sonraki süreç açısından da önem taşıdığı için buraya aynen alıyoruz: “Yapılan mahkemelerden ve incelemelerden, tekke ve zaviyelerin birer kötülük ve fesat ocağı oldukları ve bu tekkelerde ve zaviyelerde şeyhlerin kendilerine Allah süsü vererek, halkı kendilerine taptırmak gibi, dinin kabul edemeyeceği eylemler işledikleri, mahkeme huzurundaki ifadelerinden anlaşılması dolayısıyla Doğu İstiklal Mahkemesi, yargı bölgesi içindeki bütün tekkelerle zaviyelerin kapatılmasına karar vermiştir.” Bir yönüyle İslam’ın anlaşılması ve yaşanması, bir diğer yönüyle de “ayrılıkçı ve bölücü” bazı isyanların kaynağı hâline gelmiş olmak bakımından tekke ve zaviyeler sorunu kesin bir çözüme kavuşturulmalıydı. Üniter / Ulus devlet ve Laik Demokratik Cumhuriyetin kurumsallaşması ve halka mal olabilmesi için feodal düzenin simgeleri hâline gelen tekke ve zaviyeler ile bunların etrafında oluşan “şeyh, seyit, baba, çelebi” gibi unvanlar taşıyan insanların halk üzerindeki otoritelerinin kırılması da önem taşıyordu. Bu nedenle Şeyh Sait Ayaklanması ile ilgili davalar sona erdikten ve şapka giyilmesi gibi giyim kuşamda devrim sayılan bir atılımdan sonra tekke ve zaviyeler sorunu ele alındı. Hükümet, sosyal hayatı düzenleyen bu adımların toplumda kabul görmesi ve korunması için, yalnız tekke ve zaviyelerin değil, ölüden yardım bekleme yerlerine dönüşmüş olan “türbelerin” de kapatılmasını zorunlu görüyordu. Cumhurbaşkanı Atatürk, şapkayı tanıtmak amacıyla 1925 yılı Ağustos ayı sonunda çıktığı yurt gezisinde Kastamonu’da konuşurken; "tarikatlar, tekkeler, zaviyeler ve türbeler" konusuna da değinmiş ve bunların kapatılmaları gerektiğini belirtmiştir. "Ölüleri yardıma çağırmanın uygar bir toplum için yüz karası olduğunu, bilimin, teknolojinin uygarlık ışıkları günümüzde parlarken, şu ya da bu şeyhin yol göstermesiyle mutluluk aramanın ilkellik sayılması gerektiğini" vurguladıktan sonra şunları söylemiştir: “Ey Millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczublar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır… Tarikatların başları bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile anlayacak ve kendiliklerinden tekkelerini kapatacaklardır.”
Yine Atatürk Çankırı’da da aynı minval üzere konuşmuş ve "tarikat üyelerinin Diyanet İşleri Başkanlığı görevlileri gibi giyinmelerinin de yersiz ve haksız olduğunu" bilhassa vurgulamıştır. Fakat tekkelerin kendiliğinden kapanmalarının söz konusu olmayacağı, olsa bile uzun zaman alacağı belliydi. Bu nedenle önce Bakanlar Kurulu bir kararname yayınladı (2 Eylül 1925). Bu kararnameye yer yer tepkiler gelince Refik Koraltan ve arkadaşlarının hazırladığı bir yasa teklifi TBMM’nin 30 Kasım 1925 günkü oturumunda çok kısa süren bir görüşmeden sonra olduğu gibi kabul edildi. “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” başlığı taşıyan 667 sayılı yasa 3 madde olarak düzenlenmişti. Bu yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde vakıf ya da başka bir yolla kurulan veya mülk olarak bir şeyhin kullanımında olan tekke ve zaviyelerden, "cami ve mescit olarak kullanılanlar" dışında kalanlar kapatılıyordu. Ayrıca bütün tarikatlarla, “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, büyücülük, üfürükçülük, falcılık ve gaibten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık” gibi unvan ve sıfatların kullanılması, bu unvan ve sıfatlara ait hizmetlerin görülmesi ve elbise giyilmesi yasaklanıyordu. Yine aynı yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde Osmanlı sultanlarına ya da tarikatlara ait kazanç elde etmeye dayanan bütün türbeler kapatılıyor, türbedarlıklar kaldırılıyordu. Aynı yasa ile söz konusu yasaklara uymayanlara 3 aydan az olmamak koşuluyla hapis ve 50 liradan az olmayacak şekilde para cezası verilecekti. "Çağdaşlaşmayı hedefleyen devletin laikleşmesi, İslam’ın Kuran ve Hadis gibi temel kaynaklarına göre öğrenilip yaşanması ve ülke içinde millî birlik ve bütünlüğün sağlanması" gibi çok temel gerekçelerle yapılan bu yasal düzenleme, çok partili döneme geçildiğinde, feodal baskılarla, özünden saptırılmıştır..!!
.. Ve geldiğimiz vahim ötesi durum ortada..!?
Diyanet'in siyasallaştırılmışlığı, cemaat görünümlü merdiven altı garabet güruhunun, devlete nüfuz edişi; aklı, ilmi, vicdanı, Tevhit ve barış anlayışını yerle yeksan edilmişliği, sapkın anlayışların din olarak dayatılmışlığı, aydınlığa davet eden aydınlık yüzlü insanların, iftiraya dayalı saldırılara uğratılışı, hukuk üstünlüğünün, "üstünlerin hukukuna dönüştürülmesi, liyakatin hepten yok sayılışı ve daha nice tahribatlar silsilesi..!!
*
Dalaletten, gafletten ve ihanetten başka bir ifadeyle izahı olmayan bu yıkımın, hercümerc edilen ülke kaynaklarının, yeniden kazanılması, en iyimser anlayışla ülkenin en az 50 yılını alır..!!
EYVAH Kİ EYVAH..!!
Bu tahribat, hiç bir haklı sebebe dayandırılamaz..!!
Yeri ve zamanı geldiğinde, sorgulanmalı, müsebbiplerine hukuk çerçevesinde bedeli ödetilmelidir..!! NOKTA..!!
KAYNAKÇA
ALBAYRAK, Sadık, Türkiye’de Din Kavgası, İstanbul 1973.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, 2. Baskı, Ankara 1958.
ERGUN, Mustafa, “Sosyal Yapıda ve Sağlık Alanında İnkılap”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Ortak Eser, Ayraç Yayınları, Ankara 2007, s.289-295.
MUMCU, Uğur, Kürt-İslam Ayaklanması, 1919-1925, İstanbul 1991.
TOKER, Metin, Şeyh Sait ve İsyanı, Ankara 1968.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap (Birinci Bölüm), Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), Ankara 1995.