Eski Antakya çoğu yerinde duruyor. Ancak en son gittiğimde çoğu ev özelliğinin dışında lokanta olarak kullanılıyor. Sonra ‘Kurban Bayramı” buyunca çocukluğumun geçtiği mahalleleri, sokakları, evleri düşündüm.
Antakya evleri, en az iki yüz yıllık tarihi ve kültürel miras bunlar. Evet, iki yüz yıldan fazla yaşı olan evler…
Antakya evleri dedik ya, uzaktan hayal etmek başka bir şey… İnsan hayal meyal hatırlıyor; ancak Antakya evleri Abdülhak Şinasi Hisar’ın” Boğaziçi Mehtapları” adlı eserinden şu sözleri hatırlattı: “Eski Evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulamak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevkleri değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezlerdi. Evin en rahat köşelerinde kedileri horlardı.”
Haklısınız, bu anlatının Abdülhak Şinasi Hisar’a ait olduğu söylemezsem hepiniz: “Hakikaten yazar Antakya evlerini anlatıyor.” diyeceksiniz. Hayır, o İstanbul’un eski evlerini anlatıyor bize…
Ancak ne farkı var ki… Antakya’nın eski evlerini anlatan bir yazı derseniz. Bu yazı nerdeyse Antakya evlerini de anlatıyor. Evlerin içini süsleyen tahta oymalı türlü kündakâr ustalarının yaptığı yekpare tahtadan sanat parçaları. Aynı zamanda tabiatın güzelliklerimi nakşeden renklerle evlerin tavanlarında bunları izleyebilirsiniz.
Evet, Antakya evleri yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahiptir…
Ancak ananevi değeri haiz canım Antakya evleri, resmi ve yarı resmi kurumların değerlendirdiği bir yer halini gelmiş.
Evlerin büyük bir kısmı da sivil halk tarafından satın alınarak konut işlevi dışında kafe, restoran ve otel gibi amaçlarla kullanılmaya başlanmış…
Çocukluğunuzun geçtiği Kurtuluş ortaokulu ve çevresi, ev fonksiyonunu kaybetmiş…
Habib-i Neccar, Şirince, Dutdibi, Haraparası, İplikpazarı mahallerindeki evler şimdilik bakımsız…
Antakya bu haliyle elbette, kendisinden önceki Antakya’ya benzemiyor.
Ancak yine de Antakya çevresindeki tarihi abidelerle asırları ve geçen iki yüzyılın başından izler taşıyor.
Fakat yine insan o eski cıvıl cıvıl çocuk kokan, aile kokan yaşanmışlıkları unutamıyor.
Geçenlerde Antakya’dayım ve hızlıca dolaştım dar sokaklarını… Nasıl dolaştım dersiniz, boğazım düğüm düğüm dolaştım. Aradığım anılar kaybolmuşlar… Daracık taş sokakların ortasındaki arıktan akan kirli sular silmiş anılarımı… Artık yoklar… Çocukluğumun geçtiği o taş sokaklar… Küçücük boyum, küçücük elimle çalmakta zorlandığım tahta kapıların o güzelim tokmakları, artık yoklar.
Evet, evet haklısınız bu sokaklar bizim, bu gerçek. Buna bir şey diyemem. O tahta kapılar birer birer kapanmış, eski hüviyetlerini bir lokanta, restoran ya da pansiyon, otel silmiş yok etmiş…
O, oymalı pencerelerden benim gibi sokaklara bakan bir çift göz aradı durdu gözlerim, ama yok!
Arkadaşlarım, komşularım, akrabalarım yoklar, kaybolmuşlar…
Hani o duvara çizdiğim aşklarım, boyayla haykırdığım sevgi dolu nutuklarım yok, evet yok.
Evet, biliyor musun taşla ahşabın birleştiği bütün evlerin âdeta kendine mahsus kişiliği vardı.
Kündekâr ustalarının tahtayı nakış gibi dokuduğu tahta pencereler, güzelim balkonlar, ahşap kokulu salonlar… Hatta yer yer çinkoyla kaplı damların saçakları basbayağı tahtanın gergef gergef nakış, dantela gibi işlendiği görüntüler.
Bu evlerin kendine mahsus kimlikleri vardı, ama şimdi yoklar; ah, ne hoştu! Sanrım, şimdi; sizler de öyle diyorsunuz: “Ah, be!” diyorsunuz içinizi çekerek… Çocukluğumdan hatırlıyorum, yolum Saray Caddesine düşerdi… Orada küçük park vardı. Vilayet binasının tam yanında… Hayrandım ben bu parka, hemen girişte adeta bana ait olmuş tahtadan bir bank vardı.
Bak, şimdi ne hatırladığınızı biliyorum. Resim öğretmenimiz bir manzara resmi istemiş bizden.
İşte, bunun için o küçücük parka farklı bir gözle ve farkındalıkla bakmış ve her köşesini hem zihnime hem de kara kalem resim defterime çizerek.
Nasıl tasvir etmiştim dersiniz?
Evet, haklısınız aynı düşündüğünüz gibi, parkın o yeşilliklerinden, güllerinden güzelim çeşitli ağaçlarından başlamıştım çizmeğe.
Evet, bu küçük parkın yaz günlerini, yaprak hışırtıları ve böcek sesleriyle bezenmiş o derin sessizliği, çizmeye çalışmıştım.
Evet, burası bana uzun yıllar, sessizlik ve dinginlik köşem oldu. Büyük parkı mı, diyorsunuz?
Evet, o park; Antakya’nın o meşhur yüz dönümün üzerindeki millî parkı asi nehriyle bölünmüş, ama tam karşımda duruyor.
Tahtadan yapılmış sevgilerimi üzerine kazıdığım o banka, daha doğrusu, bankıma oturunca göz mesafemde o parkın yüzyıllık ağaçlarının geniş yaprak yelpazelerinin salıntılarıyla bana kadar gelen rüzgârın kokusunu içime çekerdim.
Yok, böyle bir rahatlama, dünyanın hiçbir yerinde yok!
Evet, iyi hatırlıyorsunuz, parkın bazı bölümlerinde geniş yaprak yelpazeleri arasından gökyüzü mavi benekler gibi görünürdü.
Mavi yapraklar arasında durmadan oynaşan, yer değiştiren mavi benekler…
Evet, Antakya’nın, ama o kadim Antakya’nın haritası zihin hikâyemde…
Güzel lisemiz, Antakya lisesi, sınıf sınıf, koridor koridor ve kat kat zihin haritamda. Zihin hatıramda ne hikâyeler ve haritalar var.
Gerçekten anlatmakla bitmez. Ancak şimdi yoklar! Şimdi tam da eski bankımdayım, park aynı ama eski park değil. Sonra düşündüm, belki de değişen benim, Antakya’da yok olan benim. Bu yüzdendir Antakya’da her şeyin yok olması, Nereden baksam bakayım, Şimdiki Antakya, önceki Antakya değil.