Uzun ama bir o kadar kısa olan yaşam denilen bu yolculuğun içinde değişen ve değişmeyen şeyler var. Değişen şeyleri ele almaya kalkarsak buna geniş bir yelpazeden bakmak mümkün. Ben değişenden çok değişmeyene değinmek istiyorum. Bu değişmeyen şeylerin en başında insanoğlunun tamahkarlığı ve sömürü ön sırada geliyor. İlk tamahkarlığı ele alırsak;ölüm uğultusunun dolaştığı şehirde, cesetler henüz soğumamışken insanın en çirkin yüzünü çıkarmıştı ortaya. Depremi yaşamış biri olarak böyle korkunç bir yıkımdan sonra evleri onlara mezarlar olan birçok insanın yanı sıra sevdiklerini, uzuvlarını, kaybeden zor koşullarla başka şehirlere sürülen insan varken bunu fırsata çeviren bir güruhun oluşmasını görmek ve bunun yanı sıra deprem için gelen yardımların ihtiyacı olan veya olmayanlar tarafından yağmalanması gibi korkunç bir insanlık dramına şahit olmanın utancını yaşamıştım.Kimi aileler yok olurken bu yıkımı bir fırsata çevirenlerin zenginleşmesi ayrı trajikomik bir durum. Sömürülen duygular üzerinden sömürülen emek! Kapital çağın yiyip bitiriciliği bir yana emperyalizmin insan üzerinde kurduğu hakimiyet iş sektörünü de örümcek ağı gibi sarıp sarmalamakta. Deprem, savaş, yanlış siyasi ideolojiler yüzünden git gide kötüye giden ülkenin ekonomisi, insan psikolojisinin de aynı oranda kötüye gitmesi, çalışanların yaşam kaygısı, iş verenlerin karlarının azalmasıyla acımasızca sömürü dozunu arttırması bir insanlık dramını daha gözler önüne seriyor. Deprem felaketinin ardından tam tamına bir yıl geçti ve bu bir yıl içinde o kadar çok değişirken hiçbir şeyin değişmediğini görmek kurumuş bir Nehir’in çıplaklığıyla tüm kirleri gün yüzüne çıkarıyor. Moloz yığınlarının içinde yarım kalan hayaller değildi sadece, yarım kalan hayatlar da değildi, koca yüreğe sahip bir şehir, birçok medeniyeti bünyesinde barındıran bir kültür de kaybolmuştu!
O moloz yığınlarının içinde insanlığı da bırakmıştık zira yaşanılan acılardan bir zerre bile ders almamıştık. Ölüm korkusu, yaşanılan onca kötü koşulların bu kadar çabuk unutulmuş olması, insanın çabuk unutan doğası da değişmeyen şeylere eklenebilirdi elbet!
En çok da zenginleri doyuramadığımız gerçeğini de. Her şeyi kendilerine hak görürlerken, sıradan bir yaşamı emekçiye lüks olarak görme hadsizliğini de…
Yıllardan beri süregelen kalıplaşmış, yazılı olmayan bazı kuralların içinde bilincimiz ruhlarımızın çığlıklarına kapatmıştı kulaklarını. Bu bilinç kaybının bir sonu var mı bilinmez ama gerçekliği reddetmenin sancıları, kapitalist sistemi yüceltirken burjuva toplumunu da içine almakla beraber bu duruma entegre olmaya çalışan burjuva bir cam şişenin içine sıkıştırılmış durumda.
Kendi başlarına bakabilen bu toplumların araçları ellerinden alınırken kendine yabancılaşmış, yokuş aşağı bir düşüşün yarattığı travmanın etkisi altında bir metaya dönüşmekte. “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.’’ der Karl Max. Bu yabancılaşma kıskacının içinde insanlık karanlık bir distopyaya doğru sürükleniyor!
Ahlak, karakter, erdem gibi kavramların hiçe sayıldığı bu kapital çağın elle tutulur hiçbir yanının olmadığı gibi insanı nihilizme sürüklüyor olması giderek boşlukları çoğaltıyor. Bu boşluklar bizi barbarca bir yaşama itmekte.
Çok fazla değil birkaç dakika içinde birçok insanın hayatı yerle bir oldu, birkaç dakika içinde ölüm ile yaşam arasında duran o görünmeyen duvara çarparak sarsıldık ama
dünyevi arzuların denizinde bizi içine alan oblukların farkında olmadan kulaç atmaya da devam ediyoruz…
Bilmek acı çekmektir. Ve bildik; Karanlıktan çıkıp gelen her haber Gereken acıyı verdi bize: Gerçeklere dönüştü bu dedikodu, Karanlık kapıyı tuttu aydınlık, Değişime uğradı acılar. Gerçek bu ölümde yaşam oldu. Ağırdı sessizliğin çuvalı
-Pablo Neruda-